Seyyid Hüseyin Nasr: ÇEVRESEL KRİZİN DERİN MANEVİ, FELSEFİ, DİNİ KÖKLERİ VE NEDENLERİ VAR
- İnsan ve Tabiat
- 22 Tem 2022
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 11 Eki 2022

(George Washington Üniversitesi'nde İslam Araştırmaları profesörü olan Seyyid Hüseyin Nasr, 1960’lardan bu yana çevresel konularla ilgilenmekte ve İslam ve çevre ilişkisi hakkında yazılar yazmaktadır. Bu yazı, kendisinin çevre hakkındaki görüşlerinin The Islamic Perspective on The Environmental Crisis: Seyyed Hossein Nasr in Conversation with Muzaffar Iqbal [1] adlı söyleşisi üzerinden yapılmış bir özetidir.)
Nasr, “kriz” kavramının normal bir durumun tehlikeli bir yön ve tarzda bozulduğunu ifade etmek için kullanıldığına dikkat çekerek modern insanın çevre ile karşı karşıya kaldığı ilişkinin de “çevre krizi” olarak adlandırıldığını hatırlatır. Söz konusu ilişkinin doğurduğu sonucun "kriz" olarak adlandırılmasının sebebi ise modern teknoloji ve onun açgözlülükten ve dünya üzerinde yaratılan yapay ihtiyaçlardan kaynaklanan uygulamaları sonucu ortaya çıkan denge bozukluğudur. Bu durum, birçok türün neslinin tükenmesi ve doğal yaşam alanlarının yok edilmesinde gözlemlenebilir. Doğadaki bu kirlilik besin zincirine, kimyasal ve biyo-teknik teknolojilerle vücudumuza, soluduğumuz havaya, içtiğimiz suya kadar girmiştir. Meselenin bir diğer problemli yönü ise bu sürecin pek çok insan için son derece yaygın ve normal hale gelmiş olmasıdır. Biyo-tarım veya biyo-mühendislik ürünlerinin uzun vadeli etkileri hakkında hiçbir bilgimiz olmaması, doğaya olumsuz etkileri bulunan her türlü girişimi, bir kimse ciddi şekilde hastalanıncaya veya bağlantılı nedenlerle ölünceye kadar üzerimizde hissetmiyor olmamız gibi sebeplerden dolayı pek çok insan henüz ortada bir kriz olduğunun farkında değildir.
Nasr’a göre, çevresel krizin derin manevi, felsefi ve dini kökleri ve nedenleri vardır. Doğa yalnızca bir malzeme kaynağı olarak hizmetçi kılındığı, kendisine ait hiçbir hakka sahip olmadığı kabulü ile her amaçla ve her şekilde hâkimiyet altına alınabilir ve kullanılabilir bir meta haline geldiğinden beri doğa bu krizin kaybedeni safında yer almaktadır. Bu durum doğanın dünyevileşmesi, Tanrı'nın ellerinin doğadan koparılması olarak ifade edilebilir. Modern teknolojiyi mümkün kılan zamanın en büyük trajedilerinden biri, insanı her şeyin ölçüsü yapan Rönesans dönemi hümanizmidir. Merkezinde Tanrı değil insan olan bu laik dünya görüşü, insanın dünyevi refahını, tüm eylemlerin mutlak kıstası haline getirmiş ve doğanın geri kalanının refahı tamamen göz ardı edilmiştir. İnsanoğlunun hep böyle olduğu, her şeyi kendi çıkarları ve iyiliği için feda ettiği düşüncesi şeklinde bir bencillik kabulü modern bir fenomen olup gerçeği yansıtmamaktadır.
Bununla beraber Nasr, Müslüman dünyasının, halkının sağlığını tehdit etmeden, geleneksel teknolojilere sarılarak ve yeniden canlandırarak yapabileceği pek çok şey olduğunu ifade etmektedir. Fakat problem, Müslüman dünyada -solcu veya sağcı, cumhuriyet veya monarşi, laik veya İslami olsun- bu soruna ciddi düzeyde önem veren bir hükümet olmamasıdır. Bilakis hükumetlerin doğayı bozmak ve kirletmek pahasına siyasi, askeri ve ekonomik nedenlerle modern teknolojinin mümkün olduğu kadar hızlı bir şekilde ustası olarak gelişmeyi hedefleyen tavrı felakettir. O halde geriye kalan tek çözüm, bu farkındalık ve bilinci bir tür entelektüel çabayla, baskı grubu oluşturabilecek veya kamuoyunda yavaş yavaş farkındalığı artırabilecek düzeyde artırmaktır.
Tanrı ve O'nun yarattığı doğal çevre ile ilişkimizin ne olduğunu sorgulamanın gerekliliğine işaret eden Nasr, bunun dünyanın çoğuna hâkim olan dünya görüşünde radikal bir değişikliği gerektirdiğini de eklemektedir. İçinde bulunduğumuz ve çözümün ancak, doğaya bakışımızdaki değişiklikle gerçekleşebileceği bu durumda sadece Batı'da değil, aynı zamanda Müslüman dünyasında da doğaya ve insana dair görüşü yeniden incelemek gerekmektedir. Bu noktada Müslümanların hatırlaması gereken önemli bir husus da, Tanrı'ya karşı sorumluluğumuzun şeriatın yasakları ile sınırlı olmayıp O'nun yarattıklarına karşı külli bir sorumluluk bilinciyle hareket edilmesidir. Kur’an vahyi, doğanın kutsallığı kavramıyla çok yakından bağlantılı olmasına rağmen âlimlerimiz bu konuda yazmak hususunda ihmalkâr davranmaktadır. Zira çevrenin bozulmasının, İslam'ın bununla hiçbir ilgisi yokmuş gibi seküler bir tartışma haline gelmiş olması önemli bir sorundur. Yapılabilecek tek şey ise, elimizdeki her yol ile farkındalığı artırmaktır. Bu noktada öncelikle hem modern dünyayı hem de İslam'ı derinden anlayan insanların bu konudaki farkındalığının artırılması gerekmektedir. Böyle bir gelişme, ardından genel halkın zihninin değişmesini sağlayacak ve etki alanını genişletecektir. İkinci olarak, halk düzeyinde, yakın çevreyi korumaya kendini adamış insanlar olan daha küçük eylem grupları çözümün bir diğer önemli ayağını oluşturacaktır. Bu nedenle, çevresel kriz konusunda iki düzeyde farkındalığın artırılmasına ve yerel eyleme odaklanmaya ihtiyaç vardır.
Nasr’ın değindiği son husus ise çevre-insan ilişkisine dair farklı bir perspektif sunmaktadır: “iç çevremizdeki kriz”e odaklanma teklifi. Nasr’a göre ruhsal olarak yeniden canlanma, doğayla ilgili olarak kendimiz de dâhil olmak üzere her şeye karşı tavrımızın olumlu yönde değişmesini sağlayacaktır. Zira Kur’an ve hadisler bize, Tanrı'ya ve kendimize karşı görevlerimizin değişmediği gibi, tabiat dünyasına karşı görevimizin de değişmediğini öğretmektedir. Tanrı, yarattıklarını her zaman koruma sorumluluğuyla insanı yeryüzünde halifeleri yapmıştır ve bu sorumluluktan kaçmanın bir yolu yoktur. Nasr sözlerini şöyle tamamlar: “Biz Tanrı'nın adamlarıyız, benliklerimizin değil. Nasıl ki Tanrı her gün gündoğumu ve batımını yaratıyor, biz de doğanın ahenk ve dengesini korumaya çalışmalıyız, bozmaya değil.”
Çeviri: Feride Nur
[1] Iqbal, Muzaffar. "The Islamic Perspective on The Environmental Crisis: Seyyed Hossein Nasr in Conversation with Muzaffar Iqbal." Islam & Science 5, no. 1 (2007): 75+



Yorumlar